Güney Gotiği 101: Flannery O’Connor

Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor.
Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor.

1900’lerin ilk yarısında, ciddi bir değişimin yaşandığı, nispeten varlıklı ve toprak sahibi Güneylilerin statülerini yavaş yavaş kaybettiği, gerek işsiz güçsüz dolanan ya da çiftlikte marabalık eden fakir beyazlarla, gerekse hiçbir şekilde beyazlarla bir olmaya yakışmayan zencilerle dünyayı paylaşmak zorunda kaldıkları bir dönemin edebiyatı Güney Gotiği. Flannery O’Connor da, tekinsiz, kötücül, rahatsız edici durumları anlattığı öyküleriyle bu akım içinde kendine ciddi bir yer ediniyor.

O’Connor’ın öykülerinde, tıpkı hayatta olduğu gibi, her durumda ve şartta kendini haklı gören insanlar var. Her şeyin doğrusunu kendileri biliyorlar, kendilerine, başkalarına ve dünyaya dair asla değiştirilemeyecek kati yargıları var. Onlara göre, geri kalan tüm insanlar, onların doğrularını kabul edip buna göre yaşaması gereken kişiler.  Üstelik hemen hepsinde bir şark kurnazlığı, diğerlerinin önüne geçme hırsı, ahlaki bir bozukluk mevcut.

Yazar öykülerinde bunları, ne yapıp edip cezalandırıyor. Üstelik iyi ya da kötü niyetli olmaları, dindar ya da dinsiz olmaları, toplumda süregiden değişime ayak uydurmaları ya da ayak diremeleri de fark etmiyor. Irmak’ta dinsiz bir aile, dindar bir bakıcı yüzünden ufak yaştaki oğullarını kaybediyor. Ormanın Tam İçinden’de değişimin sonuçlarını önceden görüp arazisini balıkçılık kulübü ya da benzin istasyonu inşa etmek isteyenlere satan zengin yaşlı adam en sevdiği torunu tarafından dövülerek öldürülüyor. İyi İnsan Bulmak Zor’da tüm ailesiyle birlikte bir seri katilin ve çetesinin eline düşen yaşlı kadın, katillerin aslında özünde ne kadar iyi insanlar olduklarını anlatmaya çalışsa da ne kendisini ne de ailesini kurtarabiliyor. Mülteci’de Polonya’daki toplama kamplardan kaçıp gelen bir aileyi işe alıp sonra çevre baskısıyla pişman olup kovmaya kalkışan çiftlik sahibi kadın hem aklını hem tüm varlığını yitirirken, Polonyalıların kuyusunu kazmaya niyetlenen diğer maraba ailenin annesi de beyin kanmasından ölüyor. O’Connor’ın öfkesi öyle büyük ki yazar, Kalıcı Ürperti’de şairane bir ölüm yerine hiç geçmeyecek bir ateş ile sürekli hasta kalarak ürperti içinde yaşamaya mahkum, annesinin yanında kalan başarısız bir yazarı anlatarak kendini bile cezalandırıyor.

O'Connor'ın, hayatının son yıllarını geçirdiği aile çiftlik evi Andalusia'nın ikinci kat pencerelerinin perdeleri ardından, Ateşte Bir Çember'deki kız çocuğu gibi insanları gözetlediğini hayal etmek hiç güç değil.
O’Connor’ın, hayatının son yıllarını geçirdiği aile çiftlik evi Andalusia’nın ikinci kat pencerelerinin perdeleri ardından, Ateşte Bir Çember’deki kız çocuğu gibi insanları gözetlediğini hayal etmek hiç güç değil.

Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor. Hem yazarla, hem de Güney Gotiği’nin grotesk havasıyla tanışmak için iyi bir başlangıç. Üstelik Her Çıkışın Bir İnişi Vardır’da öyle dört Tomris Uyar çevirisi var ki, bambaşka bir lezzette. Tadımlık olarak, sanki bizde yazılmış bir öykü havası veren Yuvanın Nimetleri’nden bir bölümle bitirelim.

Tomris Uyar Yuvanın Nimetleri

* Kitap kapakları ve kitaptan alıntının telif hakları saklı olup yayıncıya, kapağın tasarımcısına, çevirmene ve yazara aittir. Burada tanıtım amaçlı kullanılmıştır.
* Andalusia görseli Wikimedia Commons’tan alınmış olup, orada belirtilen lisans çerçevesinde kullanılmıştır.

Gergedan’a gelesin İhsan Oktay Anar!

Belki çağdışı ama mahalle kitapçısına sipariş verip sonra gidip alanlar hâlâ var aramızda. Bunu yapanlar, çocukken kütüphanedeki tüm kitapları gazete kağıdına sarıp, sonra yine gazeteden kesilmiş gerçek boyutlardaki kağıt paralar karşılığında ev ahalisine satmış kişiler olabilir. Bunu yapanlar, büyüyüp bir yerlerde maaşlı işe girip sonra da günün birinde kitapçı açmayı hayal etmeyi sürdürenler de olabilir. Hatta bu büyüyememiş çocuklar, hiç kurtulamayacakları memur çocuğu zihniyeti yüzünden hiç açamayacakları kitapçının hayalini şimdilik, şehrin kendi yağında kavrulan tek tük ufak tefek kitapçısında parlatmakla yetiniyor da olabilir. Mesela İstanbul’un bir yakasında Robinson Crusoe‘da, diğerinde ise Gergedan‘da…

İşte bu hayalperest çocuklar, geçen yaz Robinson Crusoe’nun imdat çığlıklarıyla sarsıldılar. Zaten bilmekte ve reddetmekte oldukları bir gerçeği görmek, hatta ileride bunun sonuçlarına katlanmaya kendilerini hazırlamak zorunda kaldılar. İşte bu çağgerisi hayalcilerden biri olan ho?ni! de geçen yazdan beri online kitap alışverişini, çok kötü bir altyapısı olmasına rağmen Robinson Crusoe’dan yapıyor. Bağdat Caddesi ve etrafındaki kentsel talanışım yüzünden yok oluvereceğinden korktuğu Gergedan’a sıkça uğruyor ve kitap sipariş ediyor.

Gergedan ve Robinson
Gergedan ve Robinson

Bugün de amacım Cadde’de biraz yürümek ve İhsan Oktay Anar‘ın bugün çıkan Galîz Kahraman‘ını edinmekti. Remzi tarafına yürümedim (ki pek sevdiğim bir zincirdir, özellikle Rumeli mağazasının yeri ayrıdır), Nezih‘ten sadece kırtasiye alışverişimi yaptım (ki onları da severim ama yukarıdaki sebeplerden önceliğim değil), D&R‘ı ise pas geçtim (ki bir kitapçı olarak pek hazzetmem, birçok sebepten sadece biri burada). Gergedan’a geldim, önceden sipariş edilmiş kitapları aldım ve Galîz Kahraman’ı sordum. Cevap:

Bize yarın gelecekmiş…

Peki ben de yarın gelirim. Ama kitapçılarla ilgili hayallerime şunu eklemeden de geçemem: İletişim gibi, Metis gibi, eskisini de dönüşmüş kurumsal kimliğini de beğendiğim Can gibi yayıncılar, gün gelecek ünlü yazarlarının çok beklenen kitaplarını, ayakta kalmaya çalışan ufak kitapçılara zincirlerden birkaç gün önce gönderecekler. Günümüz ekonomik şartlarında olmayacak şey. Ama ya tutarsa…

*Robinson Crusoe fotoğrafı blog yazarına ait olup şurada belirtilen telif durumuna ve kullanım şartlarına dahildir. Gergedan fotoğrafı ise blog yazarına ait olmakla birlikte Dürer’e ait bir gravürün reprodüksiyonu olması bakımından kamu malıdır.

O Koku – Sunullah İbrahim

O Koku
O Koku – Jaguar Kitap 2013 baskısı

“Bu ırk ve bu ülke ve bu hayat beni ortaya çıkarttı,” dedi. “Olduğum gibi dile getireceğim kendimi.” *

Sunullah İbrahim‘in O Koku** romanı James Joyce’tan yapılan bu alıntıyla başlıyor. Yazar, romanı okuyacakları, burada görecekleri şeylerden dolayı şaşırmamaları  konusunda uyarıyor bir bakıma. Ama kritik soru şu: Yazarı ortaya çıkaran “bu ırk ve bu ülke”, acaba onun olduğu gibi konuşmasına hazır mı? Maalesef hayır… O yüzden roman ilk yayımlandığı 1966’da toplatıldıktan sonra, 1986’ya kadar tam metniyle basılamamış.

Romana 2014’ten bakıldığında üslubu, Türkiye’den bakıldığında ise konusu sıradan gözükebilir. 1960’ların Mısır’ı için ise durum farklı. Yazarın önsözde belirttiğine göre başkaldırı o dönemin yakıtı, deney ise sloganıydı. Hemingway hapishanelere gizlice sokuluyor, belli fikir çevrelerince ülkede Beckett, Ionesco, Dürrenmatt “pompalanıyordu”. Böyle bir ortamda Sunullah İbrahim de iki şeye karşı çıkıyordu:

  1. Gerçek hayatta boktan şeyler olup biterken edebiyatın yarattığı dünyaların güllük gülistanlık olması
  2. Geleneksel Arap belagatinin süslü ve şaşaalı üslubu

O yüzden, Arapça’nın çok az kişinin bütünüyle hakim olabildiği karmaşık dilbilgisi kurallarına boşverdi. Telgraf stilinde, ben anlatıcının sayıklamaları ve geçmişi hatırlamaları şeklinde bir metin kurguladı. Kendi de senelerce hapiste kalmış biri olarak, içeriden yeni çıkmış bir adamın topluma geri uyum zorunluluğu karşısındaki bocalamalarını, eve her gün imzaya gelen inzibatları, işkencede ölen arkadaşları, aileye karşı yabancılaşmayı ve hatta onlar tarafından reddedilişi anlattı. Dahası mastürbasyon sonrası yerde bırakılan spermden, eve getirilen fahişe ile birlikte olamamaktan bahsetti. Böylece ortaya Arap edebiyatının modern renklere sahip ilk metinlerinden biri çıktı… ve hemen toplatıldı.

“O ırk ve o ülke” artık kendi yarattığı yazarların oldukları gibi konuşmasına alışmaya başladığında 2000’ler gelmişti. Sunullah İbrahim’e Kültür Bakanlığı edebiyat ödülü vermek istedi. Ama o kabul etmedi çünkü çok geçti.

* James Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, çev. Murat Belge, İletişim Yayınları
** Sunullah İbrahim, O Koku, çev. Rahmi Er, Jaguar Kitap, 2013 (Kitap kapağının telif hakkı yayıncıda ve/veya tasarımcıda olup burada tanıtım amaçlı kullanılmıştır.)

Bir kapı seçmek

sadik

On beş yıldan uzun süredir Sadık Yemni okuyorum. Çocukluk, gençlik dönemlerindeki yaşanmışlıklardan böylesine beslenebilen bir yazara gıpta ederek okuyorum yazdıklarını.  Öte Yer ve Muska‘dan beri bir Sarp Sapmaz var örneğin. Ağrıyan‘da artık ortayaşa merdiven dayadı. Bir de Sarp Sapmaz’ın yarıotobiyografik nafantastik versiyonu var. Durum 429‘un Sefer Morciva’sı…

Şimdi elimizde Sefer’in liseden sonra neler yaptığına dair bir kitap var: Alsancak Börekçisi. Sefer artık Amsterdam’da, entegre olmayı aklına bile getirmeyen bir göçmen topluluğu içinde, her zamanki gibi insanların içinde ama onları izleyecek kadar uzakta. Kitaptaki deyimle, “Robinson’un maddiyat adasındaki bir Cuma” olarak önündeki iki kapıdan birini seçme gerçeğiyle yüzleşmekte: Ya Samsa kapısından geçip ortalama bir konfor elde etmek karşılığında kişiliğinden belli oranda feragat edecek; ya da çok daha büyük getiriler için ruhunu toptan trampa edecek ve Faust kapısından geçecek. Umarız seçimini öğrenmek için bir beş yıl daha beklemeyiz.

Göçmenliğin ilk yıllarında Amsterdam’da kendi içine kapanık, belli bir hiyerarşisi ve raconu olan, ufak ya da büyük vurgunlar peşindeki Türk toplumu da Faust kapısı etrafında fink atmakta. Bu renkli kişilikler, bir Levent Kazak senaryosundan çekilecek Ezel Akay filmine kapağı atmayı bekler gibi…

Fotoğraf: https://twitter.com/rob389/status/412161202098155520/photo/1/large

Hayal Tozu Gölgecisi

hayal-tozuBaşta korktum biraz. İlk iki öykü Yemni için çok mu sıradandı? Yoksa Yemni’den zevk alamayacak kadar düz biri olmaya mı başlamıştım artık? Her iki ihtimal de korkutucuydu ama bencilliğim birincisinin doğru olmasını istiyordu.

Sonra Bekleme Odası geldi, Yemni Yemniliğine kavuştu, ben de hızla okuyabildiğim, kendimi kayıtsızca kaptırıp zamanı unutabildiğim, hayal tozu kaplı o özgün üslubu geri bulmanın keyfine kapıldım. Bekleme Odası, kendi başına bir romana büyütülebilecek parlaklıkta bir fikirdi. Bu yanıyla, diğer öykülerden de farklıydı. Ancak ötekiler de oldukça iyi: Akaşanlar, Dünya Hrönir Cumhuriyeti, Nefesçil… Kara İstanbul’dan sonra bir kez daha keyif veren Yak ve Git

Yemni ne yazarsa yazsın, büyülü dünyalar kurma yeteneğini işin içine katıyor. O dünyalardan tadımlık örnekler içeren, yazarın önceki romanlarına bağlar kuran, onlara koşut gelişen bu öyküler, krize girmek üzere olan bir Yemnikoliği bir süre oyalar nitelikte. Ama yazar bilsin ki 2006’dan beri yeni bir roman bekleyen bu bağımlılar müşkül durumdadır. Yazmak zorunda, alıştırmasaydı. Benim kişisel tercihim yeni bir Sarp Sapmaz romanından yana olur, eğer bana sorarsa…

garip insanların garip hikayeleri – 3

bot_3

Artık keder ve kavga eksik olmadı
Smith’lerin hayatından.
Bayan Smith kocasından nefret ediyordu,
kocası da ondan.
Asla affetmedi karısının hatasını:
Bir mutfak aletiyle cinsel yakınlaşmasını.

Robot Çocuk büyüyüp
genç bir adam oldu sonunda
Sık sık çöp kutusuyla
karıştırılsa da.


* İstiridye çocuğun hüzünlü ölümü – Tim Burton – Altıkırkbeş – 2008
* Özgün şiirler: http://homepage.eircom.net/~sebulbac/burton/home.html

Aylaklar

aylak.jpgBir konak dolusu işsiz güçsüz mirasyedi. Hepsi Leman Hanım’ın babasından kalan konakta, bitip bitmediği bile belli olmayan bir mirastan faydalanarak, herhangi bir işle uğraşmadan, boş boş yaşıyorlar. Hepsinin pek çok amacı, pek çok fikri var.

Mesela Davut Bey, altın postu bulmayı, Yuşa Tepesine Fatih Sultan Mehmet heykeli dikmeyi düşünüyor. Bu tür onlarca fikri var ama hiçbirini gerçekleştiremiyor. Ayla üniversiteyi bitirip Anadolu’ya gitmek, orada faydalı işler yapmak istiyor. Ama evleninde okulunu bırakıyor, ideallerini unutuyor. Şükrü de bir edebiyat dergisi çıkartmaktan bahsediyor. Tanıdıklarında borç topluyor, insanları henüz çıkmamış dergiye abone yazıyor. Ama dergi bir türlü çıkmıyor. Geçmişte yaşayan Dündar Bey, alkolik ve kaçık Mürşide, aşk serüvenleri arasında bocalayan Nesime aynı şekilde boş, amaçsız hayatlar sürüyorlar.

Bütün bunların arasında kalan Muammer gittikçe bunalıyor. Çünkü hayattan hiçbir beklentisi, hiç umudu yok. İnsanları sevmiyor, onlarla birlikte olmaya katlanamıyor. Hayatın boş ve anlamsız olduğunu, içinde bulundukları bu yaşantıyı değiştirmek için herhangi bir adım atmanın yarasızlığını savunuyor. Bir türlü kendini konumlandıramıyor, anlamlandıramıyor. Kimseyi sahiplenemiyor, kimseye tutunamıyor. Sonunda bunalımı neredeyse deliliğe varınca tüm aileyi dağıtıyor, kendi de insanlardan uzak kalmak için tek başına bir otel odasına yerleşiyor.

Melih Cevdet Anday’ın “Gizli Emir” romanında bir şehir dolusu insan sürekli kurtuluş fikirleri öne sürüyor, bunları aralarında tartışıyor, planlar, hazırlıklar yapıyordu. Ama hiçbirisi kalkıp da eyleme geçmiyor, ne zaman kime geleceği belli olmayan bir gizli emri bahane ederek, bekliyordu. Aylaklar’da gerçek toplum içinde konumlandırılmış, hatta örnekleri gerçek hayatta sıkça görülmüş olan Şükrü Paşa ailesi, biraz değişerek ve tüm bir şehre yayılarak, fantastik bir kurgu içinde geçen geçen Gizli Emir’e taşınmış. Anday aynı durağanlığı, aynı bezginliği, aynı bıkkınlığı bu iki romanında bir kez gerçek hayatın parçası olarak, bir kez gerçeküstü bir öykü olarak anlatmış. Muammer’in hayat karşısındaki amaçsızlığını, anlamsızlığını, kabullenişini, yine onun gibi günce tutan İsa’da da görmek mümkün.

Aylaklar - T. İş Bankası Kültür Yayınları – 2002

Bradbury'nin gerçekleşmek üzere olan kehaneti

Dönemin ünlü Amerikalı televizyon yapımcısı ve sunucusu Edward R. Murrow, 1958’de bir konferansta yaptığı konuşmada (1) televizyon için şunları söylüyordu:

Bundan 50 ya da 100 yıl sonra tarihçiler, bugünün üç televizyon ağının bir haftalık yayınını izleseler, görecekleri şey çöküşün, soyutlanmanın ve yaşadığımız dünyanın gerçeklerinden kaçışın izleri olurdu. Sizleri televizyon kanallarının akşam saat 8 ile 11 arasındaki yayın akışlarını incelemeye davet ediyorum. Bu ulusun karşı karşıya olduğu ölümcül tehlikenin kısa süreli kasılmalarını göreceksiniz. Pazar öğleden sonralarının entelektüel gettosunda istisnai bilgilendirici programların yayınlandığı doğrudur. Ancak günün en çok izlenen saatlerinde televizyon, bizleri hayatın gerçeklerinden soyutlamaktadır. […]

[…] Bir gün Hollywood’un elinde hiç Kızılderili kalmazsa, bütün yayın akışları tanınmaz hale gelir. Belki o zaman cesur biri çıkıp, düşük bütçeyle de olsa, bu ülkedeki Kızılderililer’e gerçekte neler yapmış – ve halen yapmakta – olduğumuzu anlatan bir belgesel hazırlardı. Ama böyle bir şey nahoş olur. Ve bizler de, hassas yurttaşlarımızı, ne pahasına olursa olsun, nahoş şeylerden korumalıyız.

451.jpgBundan 5 sene önce, 1953’te yayınlanan Fahrenheit 451’de, Guy Montag evinde sakladığı şiir kitaplarından birini ortaya çıkarıp, bir şiiri yüksek sesle okuduğunda, hassas Bayan Phelps işte bu yüzden ayılıp bayılır. Çünkü romandaki ulus öyle bir hale gelmiştir ki insanlar, tüm oturma odalarını kaplayan devasa üç boyutlu interaktif televizyonlarda, mevcut olmayan bir hayatı yaşamaktadır. Bu televizyonlarda yayınlanan tüm programlar eğlenceye yöneliktir. Çünkü kimse hayatın gerçekleriyle yüzleşip üzülmek istemez.

Bu yüzden okullarda gittikçe daha az şey öğretilir, edebiyat neredeyse tamamıyla unutulur, İngilizce bile doğru dürüst kullanılmaz olur. İnsanlar televizyon izleyerek, müzik dinleyerek, çok canları sıkıldığında büyük spor etkinliklerine katılarak ya da jet otomobillerle son sürat yarışarak yaşamlarını sürdürürler. Yaklaşmakta olan savaşı bile dert etmezler. Duyarsız, umarsızdırlar.

Böylesine uyutulmuş, uyuşturulmuş, aldırmazlaştırılmış bir toplumda, en tehlikeli şey doğal olarak kitaptır. Komedi ve seks konulu olanlar haricindeki tüm kitaplar yasaklamıştır. İtfaiyecilerin görevi ise saklanan kitapları bulup yakmak, saklayanları da cezalandırmaktır.

Ray Bradbury, 2007’de verdiği bir röportajda (2), Fahrenheit 451’in sıklıkla düşünüldüğü gibi iktidar sansüründen bahsetmediğini söyler. Bradbury’nin asıl amacı o dönemde yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan televizyonun edebiyatı nasıl tehdit ettiğini anlatmaktır. Romanda insanların gerçeklerden uzaklaşıp kendi kabuklarına çekilmelerine, uyduruk bir gerçeklikte, umarsız ve aldırmaz şekilde yaşamaya başlamalarına televizyonun neden olur. İktidar ise, itfaiye şefi Beatty’nin dediği gibi, bu fırsatın üzerine atlamış, kitapları – yani fikirleri – yasaklamak için bunu bahane etmiştir.

Romanın sonunda savaşın gerçekten çıkması, tüm şehirlerin bombalananması, bu uyuşmuş toplumun yok olması, onlara reva görülen bir cezadır. Çünkü Bradbury’ye göre toplum bunu kendi istemiş, kendi tercih etmiştir. İnsanlar gerçeklere sırtını döndükçe televizyon daha da gerçek dışı olmuş, televizyon gerçek dışı oldukça insanlar daha da izole edilmiş, bu kısır döngü sonunda felaketle sonuçlanmıştır.

Edward R. Murrow aynı konuşmanın sonunda şunları söyler:

İnsanların izlemeyeceklerini, ilgilenmeyeceklerini, hallerinden memnun, umursamaz ve izole olduklarını söyleyenlere tek cevabım var: En azından karşılarındaki bu muhabir, bu fikrin yanlış olduğunu düşünmektedir. […]

Bu alet [televizyon] öğretebilir, aydınlatabilir, hatta ilham verebilir. Bu ancak, insanlar onu bu amaçlarla kullanmaya karar verilerse gerçekleşir. Aksi halde kablolardan ve lambalardan oluşan bir kutudan ibaret kalır. Cehalete, hoşgörüsüzlüğe ve umursamazlığa karşı, büyük ve kararlı bir savaşın başlatılması şarttır. Bu savaşta televizyon da bir silah olarak çok faydalı olabilir.

Biz toplum olarak son 25 yılda bu silahı bu amaçla hiç kullanamadık. Televizyonculuğumuzun ulaştığı dorukta bugün önümüzde, sakız gibi uzayan saçma öyküler üzerine kurulu diziler, bin türlü zevzeklikle donanmış şovmenler, milletin ortasında mizansen gereği kavgaya tutuşan karı kocalar, üçüncü sınıf şarkıcıların aşk hayatını en küçük ayrıntısına kadar takip eden programlar var. Milletçe ayıla bayıla seyrediyoruz. Kısır döngüye çoktan girmişiz. Televizyon rezilleştikçe biz de rezilleşiyoruz, biz rezilleştikçe televizyon da rezilleşiyor.

Verilmesi gereken savaşta gittikçe gecikiyoruz. Şimdi elimizde, yine kullanmayı beceremediğimiz, yepyeni ve çok daha güçlü bir silah var: İnternet. Ama biz onu da, tıpkı Bradbury’nin tanımladığı toplum gibi, hedonist amaçlarımıza alet etmekten başka bir şey yapmıyoruz.

Bir an önce bu mecraları, aydınlanma amaçlı kullanmaya başlamalıyız. Yoksa tepemizde patlayan kültür bombaları altında yok olup gideceğimiz günler yakındır.

(1) http://www.turnoffyourtv.com/commentary/hiddenagenda/murrow.html
(2) http://www.laweekly.com/news/news/ray-bradbury-fahrenheit-451-misinterpreted/16524/

Hennoz

hennoz.jpgHennoz’da bir türlü evinden dışarı çıkıp insanlara karışamayan bir adam var. Kendi çıkmazlarında kaybolmuş, amaçsız, isteksiz, umutsuz bir adam, kendini içkiye serseriliğe vermiş. Hayatı televizyondan, gazetelerin 3. sayfalarından izleyen bir adam… Hayatın hep dışında kalmış, yaşamaya başlayamamış, yaşam nehrine atlayamamış bir adam…

Neden? Gereğinden fazla düşünüyor belki de. Aptal cesareti olsa, çoktan atlardı azgın nehre, ya boğulur giderdi, ya da nehir onu iyi kötü bir yerlere sürüklerdi. Ama o kıyıda nehre bakıp bakıp duruyor; nehir de akıp akıp duruyor.

Hennoz – İlker Karakaş – Notos Kitap – 2007