Kuğular, kelebekler ve kapanan bir devir

Ben tam bir yaşımdaydım o gün. Öncesini hiç bilmiyorum, hiç anlatmadılar, hiç öğretmediler bana. Sonrası zaten tontiş Özal’lı yıllar. Büyüdüğümüz, geliştiğimiz, muasır medeniyetlere bir taraflarından eklemlendiğimiz zamanlar. Bizlere o dönemde kendimizi var etmek, kendimizi büyütmek öğretildi. Yükselmek, kazanmak, sahip olmak, ne pahasına olursa olsun gözü açık olmak, köşeleri dönmek öğretildi. O yüzden hâlâ biz, banka sırasında cingözlük yapar, trafikte emniyet şeridinden akar, herkesin önüne geçer, hep en uyanık oluruz. Uyanıkken uyutulmuş bir nesil.

Çünkü ideallerin olduğu o devir kapanmıştı artık. O devrin defteri dürülmüş, tozlu raflara kaldırılmıştı, sayfalar arasına sıkışıp ezilmiş kelebeklerle. Şimdi biz o devri Ece Temelkuran‘ın Devir‘i gibi kitaplardan öğreniyoruz. Arka arkaya gelen suikastları, yıllar sonra Sivas’ta oynanacak oyunun aslında Çorum’un tekrarı olduğunu, Fatsa’da söndürülen ütopyayı… Birbirlerini gammazlayan komşuları.. Aynı yoksulluktaki mahallelerin nasıl birbirini kırdığını…

Ali ile Ayşe kuğuları kurtarmaya çalışırken, Gün Sazak, Nihat Erim, Kemal Türkler öldürülüyor, Çorum'da  mahalleler kuşatılıp insanlar taranıyor, Fatsa'ya ordu giriyor, darbenin yolları döşeniyordu.
Ali ile Ayşe kuğuları kurtarmaya çalışırken, Gün Sazak, Nihat Erim, Kemal Türkler öldürülüyor, Çorum’da mahalleler kuşatılıp insanlar taranıyor, Fatsa’ya ordu giriyor, darbenin yolları döşeniyordu.

Devir’de o dönem, iki küçük çocuğun, bir memur ailesinin kızı Ayşe ile, bir gecekondu çocuğu Ali’nin hatırladıklarıyla ele alınıyor. Ali’nin ailesi, mahallesi sürekli bir mücadele, bir hayatta kalma savaşı halinde. Ayşe’nin anne babası bir şeylere karışmış vaktiyle, bir önceki darbede ağızları yanmış, çekinceliler olan bitene karşı. Ayşe ile Ali, abilerle ablaların sokaklarda, karakollarda “oyun oynadığı”, konduların yakıldığı, evlere baskın verilip annelerin çocuklarının gözü önünde işkenceye maruz kaldığı bir ortamda birbirlerini buluyorlar. Ve kendilerine hemen devrimci görevler biçiyorlar: Meclise kelebekleri sokacaklar ve Kuğulu Park’taki kanadı kesilecek kuğuları özgür bırakacaklar. O zaman, saklanan kelebekler de ortaya çıkabilecekler, ortadan kaybolan abiler kuğu donunda geri dönebilecekler. İşte bu iki çocuğun mücadelesinin romanı Devir, arka planda ise kapkara bir devir anlatılıyor, tüm ayrıntılarıyla.

Ece Temelkuran'ın Devir'i bir devre en masumların gözünden bakıyor.
Ece Temelkuran’ın Devir’i bir devre en masumların gözünden bakıyor.

* Kolajdaki görseller, dönemin basılı medyasında yer almış olup internetten temin edilen görsellerdir. Telif hakları görselleri üretenlere ve yayımcılara ait olup, tarihsel olayların anlatımı amacıyla adil kullanım çerçevesinde kullanılmıştır.
* Kitap kapağının telif hakkı tasarımcısına ve yayımcısına aittir. Burada tanıtım amaçlı olarak adil kullanım çerçevesinde kullanılmıştır.

Ekslibris derin mevzu

İtiraf ediyorum, kitaplarım konusunda fazlasıyla bencilim. Her kitabımın ilk sayfasına aldığım tarihi yazarım, uyduruk da olsa kendi yaptığım bir veritabanına kitabı kaydederim. Okuduktan sonra da sonsuza kadar çıkmamak üzere kütüphaneye yerleştiririm. Bir kitap ortadan kaybolursa keyfim kaçar: hem kitabı kaybetmiş olmaktan dolayı, hem de veritabanında yaratacağı tutarsız boşluktan dolayı. O yüzden de kitap ödünç vermem, çok isteyen olursa alıp hediye etmeyi bile düşünebilirim ama ödünç vermem, çünkü birçokları için ödünç alınan kitapların geri getirilmesi pek de gerekli değil.

Hasip Pektaş'ın Ekslibris kitabı, konuya ilişkin birçok bilginin yanısıra 190'a yakın örneği de içeriyor.
Hasip Pektaş’ın Ekslibris kitabı, konuya ilişkin birçok bilginin yanısıra, çeşitli ülkelerden sanatçıların ürettiği 190’a yakın örneği de içeriyor.

İşte bu sebeplerden, bir süredir kitaplarıma isim yazma ya da bir tür mühür veya ekslibris edinme hevesindeydim. Tam da bu sırada karşıma Hasip Pektaş’ın İstanbul Ekslibris Derneği yayını Ekslibris kitabı çıktı. Kitapta ekslibris kültürü ve tarihi, baskı ve tasarım teknikleri, koleksiyonculuğu, terminolojisi ve yaklaşık 190 ekslibris örneği var.

kebikeç
Kitaptaki en eğlenceli örneklerden biri, Gündağ Kayaoğlu ekslibrisi: Tan Oral’ın bir karikatürünü içeren bu örneğin köşesine, geleneksel olarak kitapları kurtlardan ve güvelerden koruduğuna inanılan böcekler padişahına hitaben eski harflerle “Yâ Kebikeç” yazılmış.

Üstelik çok daha fazlası dünyadaki 10 müzeden biri olan, Işık Üniversitesi Maslak Kampüsü’ndeki İstanbul Ekslibris Müzesi’nin 17.000 parçalık koleksiyonunda mevcutmuş. Bir ekslibris edinmeden önce müzeyi de gidip görmeli, konuyu biraz daha araştırmalı demek ki…

 

Kullanılan tüm görseller kitabın yayımcısına ve/veya ilgili tasarımı yapan sanatçıya aittir. Burada tanıtım amaçlı olarak, düşük çözünürlüklü kopyaları kullanılmıştır.

Güney Gotiği 101: Flannery O’Connor

Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor.
Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor.

1900’lerin ilk yarısında, ciddi bir değişimin yaşandığı, nispeten varlıklı ve toprak sahibi Güneylilerin statülerini yavaş yavaş kaybettiği, gerek işsiz güçsüz dolanan ya da çiftlikte marabalık eden fakir beyazlarla, gerekse hiçbir şekilde beyazlarla bir olmaya yakışmayan zencilerle dünyayı paylaşmak zorunda kaldıkları bir dönemin edebiyatı Güney Gotiği. Flannery O’Connor da, tekinsiz, kötücül, rahatsız edici durumları anlattığı öyküleriyle bu akım içinde kendine ciddi bir yer ediniyor.

O’Connor’ın öykülerinde, tıpkı hayatta olduğu gibi, her durumda ve şartta kendini haklı gören insanlar var. Her şeyin doğrusunu kendileri biliyorlar, kendilerine, başkalarına ve dünyaya dair asla değiştirilemeyecek kati yargıları var. Onlara göre, geri kalan tüm insanlar, onların doğrularını kabul edip buna göre yaşaması gereken kişiler.  Üstelik hemen hepsinde bir şark kurnazlığı, diğerlerinin önüne geçme hırsı, ahlaki bir bozukluk mevcut.

Yazar öykülerinde bunları, ne yapıp edip cezalandırıyor. Üstelik iyi ya da kötü niyetli olmaları, dindar ya da dinsiz olmaları, toplumda süregiden değişime ayak uydurmaları ya da ayak diremeleri de fark etmiyor. Irmak’ta dinsiz bir aile, dindar bir bakıcı yüzünden ufak yaştaki oğullarını kaybediyor. Ormanın Tam İçinden’de değişimin sonuçlarını önceden görüp arazisini balıkçılık kulübü ya da benzin istasyonu inşa etmek isteyenlere satan zengin yaşlı adam en sevdiği torunu tarafından dövülerek öldürülüyor. İyi İnsan Bulmak Zor’da tüm ailesiyle birlikte bir seri katilin ve çetesinin eline düşen yaşlı kadın, katillerin aslında özünde ne kadar iyi insanlar olduklarını anlatmaya çalışsa da ne kendisini ne de ailesini kurtarabiliyor. Mülteci’de Polonya’daki toplama kamplardan kaçıp gelen bir aileyi işe alıp sonra çevre baskısıyla pişman olup kovmaya kalkışan çiftlik sahibi kadın hem aklını hem tüm varlığını yitirirken, Polonyalıların kuyusunu kazmaya niyetlenen diğer maraba ailenin annesi de beyin kanmasından ölüyor. O’Connor’ın öfkesi öyle büyük ki yazar, Kalıcı Ürperti’de şairane bir ölüm yerine hiç geçmeyecek bir ateş ile sürekli hasta kalarak ürperti içinde yaşamaya mahkum, annesinin yanında kalan başarısız bir yazarı anlatarak kendini bile cezalandırıyor.

O'Connor'ın, hayatının son yıllarını geçirdiği aile çiftlik evi Andalusia'nın ikinci kat pencerelerinin perdeleri ardından, Ateşte Bir Çember'deki kız çocuğu gibi insanları gözetlediğini hayal etmek hiç güç değil.
O’Connor’ın, hayatının son yıllarını geçirdiği aile çiftlik evi Andalusia’nın ikinci kat pencerelerinin perdeleri ardından, Ateşte Bir Çember’deki kız çocuğu gibi insanları gözetlediğini hayal etmek hiç güç değil.

Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor. Hem yazarla, hem de Güney Gotiği’nin grotesk havasıyla tanışmak için iyi bir başlangıç. Üstelik Her Çıkışın Bir İnişi Vardır’da öyle dört Tomris Uyar çevirisi var ki, bambaşka bir lezzette. Tadımlık olarak, sanki bizde yazılmış bir öykü havası veren Yuvanın Nimetleri’nden bir bölümle bitirelim.

Tomris Uyar Yuvanın Nimetleri

* Kitap kapakları ve kitaptan alıntının telif hakları saklı olup yayıncıya, kapağın tasarımcısına, çevirmene ve yazara aittir. Burada tanıtım amaçlı kullanılmıştır.
* Andalusia görseli Wikimedia Commons’tan alınmış olup, orada belirtilen lisans çerçevesinde kullanılmıştır.

Gergedan’a gelesin İhsan Oktay Anar!

Belki çağdışı ama mahalle kitapçısına sipariş verip sonra gidip alanlar hâlâ var aramızda. Bunu yapanlar, çocukken kütüphanedeki tüm kitapları gazete kağıdına sarıp, sonra yine gazeteden kesilmiş gerçek boyutlardaki kağıt paralar karşılığında ev ahalisine satmış kişiler olabilir. Bunu yapanlar, büyüyüp bir yerlerde maaşlı işe girip sonra da günün birinde kitapçı açmayı hayal etmeyi sürdürenler de olabilir. Hatta bu büyüyememiş çocuklar, hiç kurtulamayacakları memur çocuğu zihniyeti yüzünden hiç açamayacakları kitapçının hayalini şimdilik, şehrin kendi yağında kavrulan tek tük ufak tefek kitapçısında parlatmakla yetiniyor da olabilir. Mesela İstanbul’un bir yakasında Robinson Crusoe‘da, diğerinde ise Gergedan‘da…

İşte bu hayalperest çocuklar, geçen yaz Robinson Crusoe’nun imdat çığlıklarıyla sarsıldılar. Zaten bilmekte ve reddetmekte oldukları bir gerçeği görmek, hatta ileride bunun sonuçlarına katlanmaya kendilerini hazırlamak zorunda kaldılar. İşte bu çağgerisi hayalcilerden biri olan ho?ni! de geçen yazdan beri online kitap alışverişini, çok kötü bir altyapısı olmasına rağmen Robinson Crusoe’dan yapıyor. Bağdat Caddesi ve etrafındaki kentsel talanışım yüzünden yok oluvereceğinden korktuğu Gergedan’a sıkça uğruyor ve kitap sipariş ediyor.

Gergedan ve Robinson
Gergedan ve Robinson

Bugün de amacım Cadde’de biraz yürümek ve İhsan Oktay Anar‘ın bugün çıkan Galîz Kahraman‘ını edinmekti. Remzi tarafına yürümedim (ki pek sevdiğim bir zincirdir, özellikle Rumeli mağazasının yeri ayrıdır), Nezih‘ten sadece kırtasiye alışverişimi yaptım (ki onları da severim ama yukarıdaki sebeplerden önceliğim değil), D&R‘ı ise pas geçtim (ki bir kitapçı olarak pek hazzetmem, birçok sebepten sadece biri burada). Gergedan’a geldim, önceden sipariş edilmiş kitapları aldım ve Galîz Kahraman’ı sordum. Cevap:

Bize yarın gelecekmiş…

Peki ben de yarın gelirim. Ama kitapçılarla ilgili hayallerime şunu eklemeden de geçemem: İletişim gibi, Metis gibi, eskisini de dönüşmüş kurumsal kimliğini de beğendiğim Can gibi yayıncılar, gün gelecek ünlü yazarlarının çok beklenen kitaplarını, ayakta kalmaya çalışan ufak kitapçılara zincirlerden birkaç gün önce gönderecekler. Günümüz ekonomik şartlarında olmayacak şey. Ama ya tutarsa…

*Robinson Crusoe fotoğrafı blog yazarına ait olup şurada belirtilen telif durumuna ve kullanım şartlarına dahildir. Gergedan fotoğrafı ise blog yazarına ait olmakla birlikte Dürer’e ait bir gravürün reprodüksiyonu olması bakımından kamu malıdır.

Özetin özeti: fena sıçtık!

Stephen Emmott‘un Penguin’den çıkan kitabı 10 Billion raflarda farkedilmeyecek gibi değil. Cırtlak bir turuncu kapakta büyük puntolarla kitabın adı ve daha küçük harflerle yazarın adı var sadece. Bir tür acil durum uyarısı gibi… Dikkat çekmek için tasarlanmış. İç tasarımı da farklı. Normalden büyük fontlar, kolay okunur bir yazı tipi ve geniş satır araları kullanılmış. Sayfalar çoğunlukla yarı yarıya boş. Kimisinde sadece birkaç, hatta tek satır yazı var. Aralara çarpıcı  resimler ve grafikler eklenmiş. Ana mesajlar kitap boyunca basit cümlelerle birkaç defa yinelenmiş.

10 Billion

Yazar, insanların mevcut yaşam tarzı sebebiyle, daha önce görülmemiş ve neredeyse geri dönülmez hâle gelmiş bir felaketle, küresel iklim değişikliğiyle karşı karşıya olduğumuzu savunuyor. Buna dikkat çekmek ve aynı zamanda, anlamamak için direndiğimiz vahim durumu herkese anlatabilmek için bu basit dilli ve basit tasarımlı kitabı hazırlamış. Bir nevi “Climate change for dummies”…

Farkında olmadığımız ve umursamadığımız bu felaketin sebepleri, sonuçları ve çözüm yolları, en fazla 2 saatte okunan bu kitapta özetlenmiş. İşte özetin özeti:

  1. 1800 yılında bir milyar kişiydik, 1960’ta ise üç. Şu anda yedi milyardan fazlayız. 2050’de dokuz, yüzyıl bitmeden on milyar olacağız.
  2. Yiyecek ihtiyacımız, çoğalma hızımızdan daha hızlı artıyor. Şu anda dünya topraklarının %40’ını tarım için kullanıyoruz (hayvan yetiştirmek için üretilen soya dahil). Geri kalan %60’ta tarım arazisine dönüştürülebilecek tek yer, kalan ormanlar.
  3. Su ihtiyacımız, çoğalma hızımızdan ve aynı zamanda tatlı su kaynaklarının yenilenme hızından daha hızlı artıyor. Sadece içme suyu değil, üretim için de ciddi miktarda temiz su tüketiyoruz. En gerzekçe örnek: Bir litrelik plastik su şişesini üretmek için 4 litre temiz suyu harcıyoruz.
  4. Enerji ihtiyacımız, çoğalma hızımızdan daha hızlı artıyor. Özellikle hammaddelerin ve son ürünlerin dünya üzerinde ülkeler arasında sürekli dolaştırılması sebebiyle.
  5. Temiz enerjiler ya verimli değil, ya da kurgulamak için kirli enerjiye ihtiyaç var (örn. güneş paneli üretiminde ortaya çıkan sera gazları). Daha önemlisi, hâlâ trilyonlarca dolar değerinde fosil yakıt çıkarılmayı bekliyor ve hiç kimse bu serveti yeraltında bırakmaya yanaşmıyor.
  6. Sonuç: küresel ısınma, kirlenen su kaynakları, yok olan ormanlar, eriyen buzullar… Yani geri dönüşsüz iklim değişikliği.
  7. Bu durumun yakın gelecekte çok büyük sosyopolitik etkileri olacak. Gıda kıtlığından kaçan ya da yükselen sular sebebiyle yok olan kıyı ülkelerinden gelen “iklim göçmenleri” karnı tok sırtı pek batı ülkelerinin kapısını çalacak.
  8. Sosyopolitik etkilerin ilk örneği yaşandı bile: 2010’da yaşanan sıcak hava dalgası ve kıtlık => Rusya’nın tahıl ihracını durdurması => Asya ve Afrika’da yiyecek fiyatlarında artış => bu ülkelerde karmaşa => “Arap Baharı”
  9. Çözüm: Hiç zaman kaybetmeden başlatılması gereken davranışsal değişim. Yani: daha az üremek ve daha az tüketmek.

Yapılabilecek mi? Hiç mümkün gözükmüyor…

* Stephen Emmott, 10 Billion, Penguin, 2013 (Kitap kapağının ve kullanılan içeriğin telif hakkı yazarda, yayıncıda ve/veya tasarımcıda olup burada tanıtım amaçlı kullanılmıştır.)

O Koku – Sunullah İbrahim

O Koku
O Koku – Jaguar Kitap 2013 baskısı

“Bu ırk ve bu ülke ve bu hayat beni ortaya çıkarttı,” dedi. “Olduğum gibi dile getireceğim kendimi.” *

Sunullah İbrahim‘in O Koku** romanı James Joyce’tan yapılan bu alıntıyla başlıyor. Yazar, romanı okuyacakları, burada görecekleri şeylerden dolayı şaşırmamaları  konusunda uyarıyor bir bakıma. Ama kritik soru şu: Yazarı ortaya çıkaran “bu ırk ve bu ülke”, acaba onun olduğu gibi konuşmasına hazır mı? Maalesef hayır… O yüzden roman ilk yayımlandığı 1966’da toplatıldıktan sonra, 1986’ya kadar tam metniyle basılamamış.

Romana 2014’ten bakıldığında üslubu, Türkiye’den bakıldığında ise konusu sıradan gözükebilir. 1960’ların Mısır’ı için ise durum farklı. Yazarın önsözde belirttiğine göre başkaldırı o dönemin yakıtı, deney ise sloganıydı. Hemingway hapishanelere gizlice sokuluyor, belli fikir çevrelerince ülkede Beckett, Ionesco, Dürrenmatt “pompalanıyordu”. Böyle bir ortamda Sunullah İbrahim de iki şeye karşı çıkıyordu:

  1. Gerçek hayatta boktan şeyler olup biterken edebiyatın yarattığı dünyaların güllük gülistanlık olması
  2. Geleneksel Arap belagatinin süslü ve şaşaalı üslubu

O yüzden, Arapça’nın çok az kişinin bütünüyle hakim olabildiği karmaşık dilbilgisi kurallarına boşverdi. Telgraf stilinde, ben anlatıcının sayıklamaları ve geçmişi hatırlamaları şeklinde bir metin kurguladı. Kendi de senelerce hapiste kalmış biri olarak, içeriden yeni çıkmış bir adamın topluma geri uyum zorunluluğu karşısındaki bocalamalarını, eve her gün imzaya gelen inzibatları, işkencede ölen arkadaşları, aileye karşı yabancılaşmayı ve hatta onlar tarafından reddedilişi anlattı. Dahası mastürbasyon sonrası yerde bırakılan spermden, eve getirilen fahişe ile birlikte olamamaktan bahsetti. Böylece ortaya Arap edebiyatının modern renklere sahip ilk metinlerinden biri çıktı… ve hemen toplatıldı.

“O ırk ve o ülke” artık kendi yarattığı yazarların oldukları gibi konuşmasına alışmaya başladığında 2000’ler gelmişti. Sunullah İbrahim’e Kültür Bakanlığı edebiyat ödülü vermek istedi. Ama o kabul etmedi çünkü çok geçti.

* James Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, çev. Murat Belge, İletişim Yayınları
** Sunullah İbrahim, O Koku, çev. Rahmi Er, Jaguar Kitap, 2013 (Kitap kapağının telif hakkı yayıncıda ve/veya tasarımcıda olup burada tanıtım amaçlı kullanılmıştır.)

Bir kapı seçmek

sadik

On beş yıldan uzun süredir Sadık Yemni okuyorum. Çocukluk, gençlik dönemlerindeki yaşanmışlıklardan böylesine beslenebilen bir yazara gıpta ederek okuyorum yazdıklarını.  Öte Yer ve Muska‘dan beri bir Sarp Sapmaz var örneğin. Ağrıyan‘da artık ortayaşa merdiven dayadı. Bir de Sarp Sapmaz’ın yarıotobiyografik nafantastik versiyonu var. Durum 429‘un Sefer Morciva’sı…

Şimdi elimizde Sefer’in liseden sonra neler yaptığına dair bir kitap var: Alsancak Börekçisi. Sefer artık Amsterdam’da, entegre olmayı aklına bile getirmeyen bir göçmen topluluğu içinde, her zamanki gibi insanların içinde ama onları izleyecek kadar uzakta. Kitaptaki deyimle, “Robinson’un maddiyat adasındaki bir Cuma” olarak önündeki iki kapıdan birini seçme gerçeğiyle yüzleşmekte: Ya Samsa kapısından geçip ortalama bir konfor elde etmek karşılığında kişiliğinden belli oranda feragat edecek; ya da çok daha büyük getiriler için ruhunu toptan trampa edecek ve Faust kapısından geçecek. Umarız seçimini öğrenmek için bir beş yıl daha beklemeyiz.

Göçmenliğin ilk yıllarında Amsterdam’da kendi içine kapanık, belli bir hiyerarşisi ve raconu olan, ufak ya da büyük vurgunlar peşindeki Türk toplumu da Faust kapısı etrafında fink atmakta. Bu renkli kişilikler, bir Levent Kazak senaryosundan çekilecek Ezel Akay filmine kapağı atmayı bekler gibi…

Fotoğraf: https://twitter.com/rob389/status/412161202098155520/photo/1/large

Uç Timothy, uç!

Görsel

1940’ların ortasında Ray Bradbury, öykülerini yayımlatmaya çalışan genç bir yazardı. Birçok dergiye yazdıklarını gönderiyordu. Bunlardan birinde editörlük yapmakta olan Truman Capote, 1947’de bir yazı yığını içerisinde Bradbury’nin Homecoming (Eve Dönüş) öyküsünü buldu ve yayımlamaya karar verdi. Bu öykü Bradbury’nin ilk başarısı olacaktı ve o senenin en iyi öykülerine verilen O. Henry Ödülü’nü kazanacaktı. (1)

Eve Dönüş’te, henüz yirmi yedi yaşındaki Bradbury, bir hortlaklar ailesinin normal bir üyesi olan on yaşındaki Timothy’nin öyküsünü anlatıyordu. Cadılar Bayramı için ailenin tüm ucube fertleri eve dönüyor ve iki gece sürecek bir şölene hazırlanıyordu. Timothy de onlar gibi olmak istiyor, ama ne kadar uğraşsa da karanlığı daha çok sevmeyi, onlar gibi gündüz uyuyup geceleri hortlamayı başaramıyordu. Uçmayı istiyordu Timothy, sırtında kanatların çıkmasını…

Sonunda, kanatları olan tek amcası Einar kaptı Timothy’yi, uçurdu göklere… ve bırakıverdi boşluğa. Sırtında ufak tomurcuklar fark etti Timothy, büyüdüler biraz ama kanat olamadan patlayıp gittiler. Einar geri yakaladı çocuğu ve teselli etti: “Bir gün olacak, yoksa benim yeğenim değilsin demektir!” Böylece geçip gitti bu Cadılar Bayramı da. Tüm aile fertleri geri döndüler, evde ailesiyle yalnız kaldı Timothy, uçma hayalleriyle baş başa…

Bu öykü, yalnızca bir Cadılar Bayramı öyküsü olarak okunabilirdi. Ama öyle değil. Ev benliğin ta kendisi ve yaratıcı olmak isteyen kişi, bu benliğin/evin tümünü alt üst etmeli, en ücra köşelerini kurcalamalı ve buradaki her türlü hayaletle yüzleşmeli. (2) Ancak bunu yaparsa, kendini tehlikeye atarsa istediği hayali gerçekleştirebilir insan. Aynı Bradbury’nin bu öyküden tam 43 sene sonra 1990’da söylediği gibi:

You’ve got to jump off the cliff all the time and build your wings on the way down. // Kendini sürekli uçurumdan aşağıya bırakmalısın ve düşerken kanatlarını oluşturmalısın.  (3)

İthaki, Eve Dönüş’ün çok güzel bir baskısını yayımladı. Dave McKean illüstrasyonlarıyla bezenmiş müthiş bir küçük kitap. Kanatlarını arayan her yaştan Timothy’ler için.

bradbury homecoming1

(1) Ray Bradbury, From Truman Capote to A.T.M.’s

(2) Eve dönüş, yürek ister! – Sabit Fikir

(3) Jump Off the Cliff and Build Your Wings on the Way Down

* Kitap kapağı ve kitap içi görsellerin telif hakkı yazara, illüstratöre, çevirmene ve/veya yayınevine aittir. Ray Bradbury fotoğrafı Wikimedia Commons‘tan alınmış olup orada belirtilen telif lisansı olan Creative Commons Attribution-Share Alike 2.0 Generic kapsamında kullanılmıştır.

Robinson Crusoe’yu Sevmek

Bu kitapçıya ilk ne zaman girdim, girdiğimde ne hissettim, nelere baktım, kitap aldım mı hiç hatırlamıyorum. Ama yıllardır en favori kitapçım oldu. Tıpkı D&R’ı sevmemek için onlarca neden bulabileceğim gibi, Robinson’u sevmek için de onlarca neden bulabiliyorum kendime. İşte bunlardan biri: Bu kitapçıya öylesine amaçsızca girmişseniz bile, Ten Little Zombies gibi muhteşem bir küçük kitapla karşılaşabilirsiniz. Zombi koleksiyonu yapıyorsanız, gidin Robinson’a bir bakın, belki bir tane daha vardır…

* Andy Rash – Ten Little Zombies A Love Story – Chronicle Books