Güney Gotiği 101: Flannery O’Connor

Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor.
Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor.

1900’lerin ilk yarısında, ciddi bir değişimin yaşandığı, nispeten varlıklı ve toprak sahibi Güneylilerin statülerini yavaş yavaş kaybettiği, gerek işsiz güçsüz dolanan ya da çiftlikte marabalık eden fakir beyazlarla, gerekse hiçbir şekilde beyazlarla bir olmaya yakışmayan zencilerle dünyayı paylaşmak zorunda kaldıkları bir dönemin edebiyatı Güney Gotiği. Flannery O’Connor da, tekinsiz, kötücül, rahatsız edici durumları anlattığı öyküleriyle bu akım içinde kendine ciddi bir yer ediniyor.

O’Connor’ın öykülerinde, tıpkı hayatta olduğu gibi, her durumda ve şartta kendini haklı gören insanlar var. Her şeyin doğrusunu kendileri biliyorlar, kendilerine, başkalarına ve dünyaya dair asla değiştirilemeyecek kati yargıları var. Onlara göre, geri kalan tüm insanlar, onların doğrularını kabul edip buna göre yaşaması gereken kişiler.  Üstelik hemen hepsinde bir şark kurnazlığı, diğerlerinin önüne geçme hırsı, ahlaki bir bozukluk mevcut.

Yazar öykülerinde bunları, ne yapıp edip cezalandırıyor. Üstelik iyi ya da kötü niyetli olmaları, dindar ya da dinsiz olmaları, toplumda süregiden değişime ayak uydurmaları ya da ayak diremeleri de fark etmiyor. Irmak’ta dinsiz bir aile, dindar bir bakıcı yüzünden ufak yaştaki oğullarını kaybediyor. Ormanın Tam İçinden’de değişimin sonuçlarını önceden görüp arazisini balıkçılık kulübü ya da benzin istasyonu inşa etmek isteyenlere satan zengin yaşlı adam en sevdiği torunu tarafından dövülerek öldürülüyor. İyi İnsan Bulmak Zor’da tüm ailesiyle birlikte bir seri katilin ve çetesinin eline düşen yaşlı kadın, katillerin aslında özünde ne kadar iyi insanlar olduklarını anlatmaya çalışsa da ne kendisini ne de ailesini kurtarabiliyor. Mülteci’de Polonya’daki toplama kamplardan kaçıp gelen bir aileyi işe alıp sonra çevre baskısıyla pişman olup kovmaya kalkışan çiftlik sahibi kadın hem aklını hem tüm varlığını yitirirken, Polonyalıların kuyusunu kazmaya niyetlenen diğer maraba ailenin annesi de beyin kanmasından ölüyor. O’Connor’ın öfkesi öyle büyük ki yazar, Kalıcı Ürperti’de şairane bir ölüm yerine hiç geçmeyecek bir ateş ile sürekli hasta kalarak ürperti içinde yaşamaya mahkum, annesinin yanında kalan başarısız bir yazarı anlatarak kendini bile cezalandırıyor.

O'Connor'ın, hayatının son yıllarını geçirdiği aile çiftlik evi Andalusia'nın ikinci kat pencerelerinin perdeleri ardından, Ateşte Bir Çember'deki kız çocuğu gibi insanları gözetlediğini hayal etmek hiç güç değil.
O’Connor’ın, hayatının son yıllarını geçirdiği aile çiftlik evi Andalusia’nın ikinci kat pencerelerinin perdeleri ardından, Ateşte Bir Çember’deki kız çocuğu gibi insanları gözetlediğini hayal etmek hiç güç değil.

Metis’in yayınladığı Her Çıkışın Bir İnişi Vardır ve İyi İnsan Bulmak Zor’da O’Connor’ın toplam 31 öyküsünün 19’u yer alıyor. Hem yazarla, hem de Güney Gotiği’nin grotesk havasıyla tanışmak için iyi bir başlangıç. Üstelik Her Çıkışın Bir İnişi Vardır’da öyle dört Tomris Uyar çevirisi var ki, bambaşka bir lezzette. Tadımlık olarak, sanki bizde yazılmış bir öykü havası veren Yuvanın Nimetleri’nden bir bölümle bitirelim.

Tomris Uyar Yuvanın Nimetleri

* Kitap kapakları ve kitaptan alıntının telif hakları saklı olup yayıncıya, kapağın tasarımcısına, çevirmene ve yazara aittir. Burada tanıtım amaçlı kullanılmıştır.
* Andalusia görseli Wikimedia Commons’tan alınmış olup, orada belirtilen lisans çerçevesinde kullanılmıştır.

Uç Timothy, uç!

Görsel

1940’ların ortasında Ray Bradbury, öykülerini yayımlatmaya çalışan genç bir yazardı. Birçok dergiye yazdıklarını gönderiyordu. Bunlardan birinde editörlük yapmakta olan Truman Capote, 1947’de bir yazı yığını içerisinde Bradbury’nin Homecoming (Eve Dönüş) öyküsünü buldu ve yayımlamaya karar verdi. Bu öykü Bradbury’nin ilk başarısı olacaktı ve o senenin en iyi öykülerine verilen O. Henry Ödülü’nü kazanacaktı. (1)

Eve Dönüş’te, henüz yirmi yedi yaşındaki Bradbury, bir hortlaklar ailesinin normal bir üyesi olan on yaşındaki Timothy’nin öyküsünü anlatıyordu. Cadılar Bayramı için ailenin tüm ucube fertleri eve dönüyor ve iki gece sürecek bir şölene hazırlanıyordu. Timothy de onlar gibi olmak istiyor, ama ne kadar uğraşsa da karanlığı daha çok sevmeyi, onlar gibi gündüz uyuyup geceleri hortlamayı başaramıyordu. Uçmayı istiyordu Timothy, sırtında kanatların çıkmasını…

Sonunda, kanatları olan tek amcası Einar kaptı Timothy’yi, uçurdu göklere… ve bırakıverdi boşluğa. Sırtında ufak tomurcuklar fark etti Timothy, büyüdüler biraz ama kanat olamadan patlayıp gittiler. Einar geri yakaladı çocuğu ve teselli etti: “Bir gün olacak, yoksa benim yeğenim değilsin demektir!” Böylece geçip gitti bu Cadılar Bayramı da. Tüm aile fertleri geri döndüler, evde ailesiyle yalnız kaldı Timothy, uçma hayalleriyle baş başa…

Bu öykü, yalnızca bir Cadılar Bayramı öyküsü olarak okunabilirdi. Ama öyle değil. Ev benliğin ta kendisi ve yaratıcı olmak isteyen kişi, bu benliğin/evin tümünü alt üst etmeli, en ücra köşelerini kurcalamalı ve buradaki her türlü hayaletle yüzleşmeli. (2) Ancak bunu yaparsa, kendini tehlikeye atarsa istediği hayali gerçekleştirebilir insan. Aynı Bradbury’nin bu öyküden tam 43 sene sonra 1990’da söylediği gibi:

You’ve got to jump off the cliff all the time and build your wings on the way down. // Kendini sürekli uçurumdan aşağıya bırakmalısın ve düşerken kanatlarını oluşturmalısın.  (3)

İthaki, Eve Dönüş’ün çok güzel bir baskısını yayımladı. Dave McKean illüstrasyonlarıyla bezenmiş müthiş bir küçük kitap. Kanatlarını arayan her yaştan Timothy’ler için.

bradbury homecoming1

(1) Ray Bradbury, From Truman Capote to A.T.M.’s

(2) Eve dönüş, yürek ister! – Sabit Fikir

(3) Jump Off the Cliff and Build Your Wings on the Way Down

* Kitap kapağı ve kitap içi görsellerin telif hakkı yazara, illüstratöre, çevirmene ve/veya yayınevine aittir. Ray Bradbury fotoğrafı Wikimedia Commons‘tan alınmış olup orada belirtilen telif lisansı olan Creative Commons Attribution-Share Alike 2.0 Generic kapsamında kullanılmıştır.

İstanbullu

istanbullu

“Nedense, arsa satar gibi deniz satmazlar. Yoksa Saadet’in küpelerini rehine kor, Yenikapı önlerinde üç arşınlık bir deniz alırdım. Süslerdim orasını: Bir sal, mantara bağlı rakı şişeleri, paraketa… Yosunlarda karides beslerdim. Sırf iş olsun diye, yârimi alır, gurbete çıkardım. Denizimizi özlerdik.”

*İstanbullu, Metin Eloğlu, Yapı Kredi Yayınları, 2009

Hayal Tozu Gölgecisi

hayal-tozuBaşta korktum biraz. İlk iki öykü Yemni için çok mu sıradandı? Yoksa Yemni’den zevk alamayacak kadar düz biri olmaya mı başlamıştım artık? Her iki ihtimal de korkutucuydu ama bencilliğim birincisinin doğru olmasını istiyordu.

Sonra Bekleme Odası geldi, Yemni Yemniliğine kavuştu, ben de hızla okuyabildiğim, kendimi kayıtsızca kaptırıp zamanı unutabildiğim, hayal tozu kaplı o özgün üslubu geri bulmanın keyfine kapıldım. Bekleme Odası, kendi başına bir romana büyütülebilecek parlaklıkta bir fikirdi. Bu yanıyla, diğer öykülerden de farklıydı. Ancak ötekiler de oldukça iyi: Akaşanlar, Dünya Hrönir Cumhuriyeti, Nefesçil… Kara İstanbul’dan sonra bir kez daha keyif veren Yak ve Git

Yemni ne yazarsa yazsın, büyülü dünyalar kurma yeteneğini işin içine katıyor. O dünyalardan tadımlık örnekler içeren, yazarın önceki romanlarına bağlar kuran, onlara koşut gelişen bu öyküler, krize girmek üzere olan bir Yemnikoliği bir süre oyalar nitelikte. Ama yazar bilsin ki 2006’dan beri yeni bir roman bekleyen bu bağımlılar müşkül durumdadır. Yazmak zorunda, alıştırmasaydı. Benim kişisel tercihim yeni bir Sarp Sapmaz romanından yana olur, eğer bana sorarsa…

Hennoz

hennoz.jpgHennoz’da bir türlü evinden dışarı çıkıp insanlara karışamayan bir adam var. Kendi çıkmazlarında kaybolmuş, amaçsız, isteksiz, umutsuz bir adam, kendini içkiye serseriliğe vermiş. Hayatı televizyondan, gazetelerin 3. sayfalarından izleyen bir adam… Hayatın hep dışında kalmış, yaşamaya başlayamamış, yaşam nehrine atlayamamış bir adam…

Neden? Gereğinden fazla düşünüyor belki de. Aptal cesareti olsa, çoktan atlardı azgın nehre, ya boğulur giderdi, ya da nehir onu iyi kötü bir yerlere sürüklerdi. Ama o kıyıda nehre bakıp bakıp duruyor; nehir de akıp akıp duruyor.

Hennoz – İlker Karakaş – Notos Kitap – 2007

Plume

plume.jpgHenri Michaux’un Plume isimli kitabını Kabalcı’nın üst katındaki kelepir kitaplar arasında buldum ve 50 kuruşa aldım. Abidin Emre çevirmiş, 1994’te Mitos’tan çıkmış. Kapağında Alphonse Mucha’nın “La Plume” deseni olan, ince, ilginç bir kitap. Plume adındaki, umarsız ve umursuz adamın acayip maceraları var içinde, çoğu iki üç sayfalık.

Plume “kuş tüyü” demekmiş. Michaux, “çağımızın sanayi toplumu tarafından edilgenleştirilmiş tepkisiz bireyi” anlatmak için “rüzgarda tüy gibi oradan oraya salınan” Plume’ü yaratmış.

Öykülerde Plume’ün kaderi hiçbir zaman kendi elinde değil. Karısına tren çarptığında da, lokantada yanlışlıkla mönüde olmayan bir yemeği ısmarladığında da, kraliçe onu soyup yatağına aldığında da öykü hep Plume’ün başında patlayan bir felaketle sonuçlanıyor. Ama bu durum Plume’ün umrunda değil. Genelde “Öyle mi? Tamam o zaman…” diyerek kaderine razı oluyor. Yargıç ona ertesi gün idam edileceğini söyleyip son sözünü sorduğunda bile “Bağışlayın, davayı izleyemedim.” diyerek yeniden uykuya dalıyor.

Bu öyküler ilk defa 1930’da yayınlanmış. Michaux, geçen yüzyılın geri kalanında hayat karşısında gittikçe daha da çaresizleşecek, bunun sonucunda aldırmazlaşarak her şeye boş verip günün gereğinde kısıtlı bir yaşam sürecek bireylerin ilk örneklerinden birini sunmuş Plume’de.

Katedral

katedral.jpgBazı kitapları sırf şekli için almak istiyor insan. Cilti, kocaman, renkli resimlerle dolu kitapları, sadece onlara sahip olmak için almak istiyorum. Ufacık, incecik, sevimli küçük kitaplar ise çok daha cazip geliyor.

Notos, Raymond Carver’ın Katedral isimli öyküsünü böyle küçük bir kitap olarak basmış. (Kitabın ait olduğu serinin adı ise ilginç bir tezatla “Büyük Kitaplar”) Kapakta yanında bavuluyla sakallı bir adam var, kabartma bir çerçevenin içinde. Kitabın ve yazarın adları da kabatmayla yazılmış. (gofre baskı mı diyorlar buna?) Kitap, Notos’un kullandığı o güzel yazıtipiyle dizilmiş. İkişer sayfayı kaplayan iki de siyah beyaz fotoğrafını koymuşlar yazarın.

Kitap bu haliyle içindeki öykü kadar güzel olmuş. Ama iki yazım hatası biraz tadını kaçırıyor. Kapakta arka plan olarak öykünün daktilo harfleriyle yazılmış bir bölümü kullanılmış. Bunun son satırı “dolaşmaya çıkmştı bile” şeklinde dizilmiş. Ufacık bir ayrıntı ama kapakta olunca göze batıyor. Bu hata aynı bölümün kitaptaki dizgisinde mevcut değil. Ancak kitapta birkaç defa “karım de” ifadesi yer alıyor. Sanırım önceleri “karım” yerine başka bir kelime – belki “eşim” – kullanılmış, sonra kelime değiştirilirken “de”ler “da”laşamamış da öyle öksüz kalmış.

Yine de mutluluk verecek derecede sevimli bir kitap. Notos’tan benzerlerini beklemeye başladım…

Sonsuz Haziran

haziran.jpgSelçuk Baran’dan son zamanlarda birkaç yerde bahsedildi. Bunlardan biri de Selim İleri’nin Radikal Kitap’taki Haziran (Dünya Kitapları – 2005) yazısıydı.

Haziran’daki öyküler, hep arada kalmış, başka şeyler yapmak, başka kişiler olmak istemiş ama bunları gerçekleştirememiş, insan içinde insansız kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, sıkıntılı kaybetmişlerin öyküleri. Sevgi dolu olan ancak hiç de insancıl davranmayan, hatta yabani insanlar bunlar. İçinde bulundukları hayatın anlamsızlığından, insanların anlayışsızlığından bezmişler. Umutsuzluk içindeler. Ama “iyimser bir umutsuzluk” bu, yazar öyle söylüyor. O yüzden de kitabın son hikâyesi “Ama yeterince yaşanmadan da ölünmüyor ki!” cümlesiyle sona eriyor.

Bu insanlar hiç bitmeyen bir hazirana hapsolmuşlar. O yaz başı sıkıntısını aşamıyorlar bir türlü. Tüm bıkkınlıklarına, tüm kırgınlıklarına rağmen bir şeyleri değiştirecek güce sahip değiller. Bunun tipik bir örneği Kent Kırgını öyküsünde ortaya çıkıyor ve şöyle söylüyor:

Bir kent kırgını için yapılacak en akıllıca şey başkentin göbeğinde oturacak yerde, kırlara, köylere, uzaklara gidip oralara yerleşmektir. Ama o zaman da bir kent kırgını olmaktan çıkardım. Oysa ben kent kırgınıydım ve öylece de kalmak zorundaydım. Başka bir şey olmak elimde değildi.

Bu öyküler ilk defa 1972’de yayınlanmış ve 1973’te TDK Öykü Ödülü’nü kazanmış. Haziran, uzun süredir okuduğum en yalın ve duru, yine de en anlamlı öykü toplamıydı. Şöyle cümleler kurmak çoğu yazara nasip olmaz sanırım: “Sokaktan gelen sesler birbirlerine karışıp adamın kulağına çarpıyor, sonra onun oda dolusu yaşantısında hiçbir kıpırtı yaratmadan yere düşüyordu.”

Bu başlangıçtan sonra Baran’ın ikinci öykü kitabı olan Anaların Hakkı (1977) da 1978’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmış. Ne yazık ki Baran’ın toplam 6 öykü kitabının yeni baskılarının bile “baskısı yok.” Keyfin devamı demek ki sahaflarda…

Hayalkırıklığı Kütüphanesi

bzk.jpgZoran Zivkoviç’in Başka Zaman Kütüphaneleri (İstiklal Kitabevi, 2006) kitabını almam ile okumam arasında bir yılı aşkın süre geçti. Buna kitaba belki de biraz fazla değer vermem, okumayı hep kafamın daha derli toplu olduğu bir ana bırakmam sebep oldu. Oysa öyle değilmiş. Bu kitap plajda güneşlenirken çoluk çocuk gürültüleri arasında bile okunabilirmiş.

Baştaki yanlış değerlendirmeye sebep olan temel etken sanırım, kitaplar ve kütüphaneler hakkında öykülerden oluşan bir kitabın Borges’in izinden gideceğini, bu sebeple de karmaşık ve çetrefilli bir metin olacağını, dolayısıyla dikkatle ve düşünerek okunması gerekeceği varsaymam. Babil Kitaplığı bende kalıcı hasar bırakmış demek ki.

Ayrıca kitabevinin tanıtımı da bu düşüncelerimi perçinledi. “Olağandışı bir düş gücünün ürünü olan Başka Zaman Kütüphaneleri, içinde Pandora kutusunun saklı olduğu bir roman.” Öykülerden oluşan, ama öykülerin bir şekilde birbirlerine bağlanıp bir bütünlük oluşturduğu, parça parça okunabileceği gibi, bir roman olarak tek parça da okunabilecek bir metin bekliyorsunuz. Ama öyle değil. Kitabın kapağında “roman” ifadesi yer alsa da, son öyküdeki tüm öyküleri bağlantılandırma çabası bunu bir roman yapmaya yetmiyor, olsa olsa anlamlı bir öykü toplamı oluşturuyor.

Kitapta öykülerin üzerine kurgulandığı, kütüphanelere ilişkin fantastik fikirler ilginç. Aslında bu yönü kitabın neden Fantezi Ödülü almış olduğunu da açıklıyor. Özellikle Sanal Kütüphane, Gece Kütüphanesi ve Cehennem Kütüphanesi iyiydi. Ayrıca Ev Kütüphanesi’ndeki, inerken farklı çıkarken farklı basamak sayısına sahip merdiven fikrinden ve adamın bu durum karşısındaki takıntılı uğraşlarından hoşlandım.

Ancak bu fikirlerin anlatılışında sorun var. Hikayelerde genel bir anlatım aksaklığı, bir basitlik söz konusu. Sanki bunların üzerinde pek fazla düşünülmemiş, fikirler akla geldiğinde çalakalem oluşturulan öykü taslakları bir daha hiç okunmamış, hiç geliştirilmemiş. Bu durum, Poerkunç Gece Kütüphanesi dışında tüm öyküler için geçerli. Kendi adıma bir öyküye güzel diyebilmek için iki kriteri ararım: 1. öykü hakkında “ben olsam şöyle yazardım” diyememeliyim, 2. “bitmesine kaç sayfa kaldı” diye düşünme fırsatı bulmamalıyım. Bu öykülerde zaman zaman iki kriteri de bulamadığım oldu.

Yine de kitabı okuduğuma pişman olmadım, eğlendim en azından.