Öldüren Şehir

Ömer Ayhan’ın Öldüren Şehir’i ilginç bir roman. Çağdaş insanın duygusal tatminsizliğini, çaresiz yalnızlığını, içinde kıvrandığı boşluğu, inanacak bir şey, tutunacak bir dal arayışını anlatıyor. Emre’nin, pek çok insanın artık nefretle andığı 80’lere saplanıp kalmışlığı da, Yılmaz’ın hakikatin izinde öğretiden öğretiye sürüklenip durması da bu yüzden. Kahramanımız Ufuk ise, aralarında en güçlüsü gibi görünse de aslında en aciz olanı. Onun bir inancı, uğraşı, kendini kaptıracağı herhangi bir şeyi yok. Müzisyen olarak barlarda çalışıp orada tanıştığı kızlarla bir gecelik ilişkiler yaşamaktan ibaret hayatı. Sıkıntısı artık çekilmez olduğunda ise sakinleşmek için kendini sokaklara atıp sabaha kadar amaçsızca dolaşıyor. “İçinde yükselen tekdüzelik kayasını” parça parça edecek bir mucize bekliyor. Ancak bel bağladığı kurtarıcılar çok sıra dışı: “Uzun uzadıya süren araştırmalarım sonunda uzaylıların bizi kurtarmasını beklemeye karar verdim, hâlâ bekliyorum.

İşte kitabın ilginçliği de burada. Bütün bu anlamsızlık kuyusunda merdivensiz kalma öyküsü gizemli fantastik bir olay örgüsü içinde anlatılıyor. Ufuk’un evine önce bir videokaset, ardından bazı fotoğraflar geliyor. Bunlarda Ufuk’un hatırladığı ama neresi olduğunu çıkaramadığı tekinsiz binaların görüntüleri var. Ufuk bir anda hayatına giren Yeşim sayesinde önce binaları buluyor, sonra bu olayların ardındaki fantastik sırrı keşfediyor.

İç sıkıntısı ve yalnızlık, fantastik sırlar, 80’lere nostaljik övgü, İstanbul’un ve iki uğursuz binanın birer karakter gibi romana dahil edilmesi, uzaylılar, uçan daireler, gizli ayinler, bütün bunların arasında kaybolmuş turistler gibi kalan Mulder ile Scully, çılgın bir kolaj çıkarmış ortaya. Bu metin bir roman olarak bütünlük konusunda ne kadar başarılı bilmem ama farklı ve zevkli olduğu kesin.